Etna’nın bininci metresinde kısa bir yürüyüş sonrası Arşimed ve Archestratus’un memleketi Siracusa’ya doğru yola çıkıyoruz. Co-Pilot ben olunca işler dile olduğu kadar kolay değil. Bir gün önce Etna’ya çıkarken otoyolun biletini kaybetmiştim. Tan’ın şaşkın bakışları arasında, arkamızda konvoy oluşurken sakin sakin bileti aradım. Arabadan indim sağa baktım sola baktım. Yok. Neyse ki geçiş kulübesinde bir memur vardı, Catania’dan yola girdiğimize inandı ve sorun çıkarmadan geçirdi. İlerleyen saatlerde anladık ki, bileti ararken cep telefonumun şarj kablosunu düşürmüşüm. Telefonumun şarjı bitmek üzere Etna’dan inişe geçiyoruz. Günlerden pazar. Etna kasabalarını teker teker geride bırakırken açık bir dükkan arıyoruz, şarj alınabilecek. Köyle kasabalar film şeridi gibi geçerken, telefonumun şarjı azaldıkça azalıyor. Acaba Siracusa’ya ulaşabilecek miyiz? Çaresizlik insana her şeyi yaptırıyor. Yerleşim alanlarının bittiği saçma bir noktada karşımıza çıkan Conad süper markete iPhone şarjı sormak üzere arabadan iniyorum. Markette kimse yok. Girişteki barda bir kadın barmen pazar nöbetinde. Ona soruyorum “markette şarj aleti satarlar mı?”. Cevap “markette olmaz da Çinli ürünler satan dükkana bakın” diyor, karşıda kıyafet dolu bir mağazayı göstererek. Son yıllarda İtalya’da yaygınlaşan bu mağazalar Çin’den aklınıza gelebilecek her şeyi satıyorlar. Ve evet, pazar günü dağ başında 2 Euro’ya çakma kablo alıyorum. Canım Etna’m, Sicilya’nın Tiffany’si, tabii ki senin yollarında başımıza kötü bir şey gelemezdi! Kabloyla hayatımız değişiyor. Telefonu artık arabaya bağlayabiliyorum. Sürekli “tüh önceki soldan dönmemiz gerekiyordu” dememe gerek kalmayacak, üstüne üstlük artık müziğimiz var. Fonda bizim hatrımıza tütmeye devam eden Etna eşliğinde Rakı Şişesinde İtalyan Olsam kitabımın
spotify’daki çalma listesini dinlemeye koyuluyoruz. İtalyan rakı içse ne dinlerdi sorusuyla yola çıkıp oluşturduğum bu liste Etnacılık ruhuna çok iyi geliyor. Ardından Johnny Cash’ten, Tan sayesinde haberdar olduğum Glass Beams’e uzanan bir muzikal yolculuğa dönüşüyor maceramız.
Siracusa ya da hayaller Paris…
Siracusa’da da iki farklı yere rezervasyon yaptırmıştım, az zamanda çok iş yapabilmek için. Biri Divinomare, Siracusa eski pazar içinde, kızartmaları, çiğ balığı, sushisi ve de harika doğal şarap seçkisiyle gönülçelen bir mekan; diğeri uzun süre olgunlaştırdığı kaliteli etiyle meşhur daha sosyetikçe Ostaria. Niyetim önce iyisinden çiğ balık, üzerine iyisinden çiğ et. Tabii ki evdeki hesabım çarşıya uymuyor. Klasik iki saat rötarlıyız, Divinomare rezervasyonumuzu kaçırıyoruz. Kıl payı yetişebildiğimiz Ostaria’da bir ay olgunlaştırılmış bir tartar, carpaccio ve geyik ragulu bir makarna paylaşıyoruz. Ostaria’nın şarap listesi orta akımın kaliteli tarafından. Kadeh şarap seçimimizi Etnacılık’tan yana kullanıyoruz, Benanti diyoruz. Gönül Enoteca Solaria’da birkaç farklı şarap tatmak isterdi ancak bu harika mekanın harika sahipleri belli bir patterne bağlı olmadan mekanı açıp kapayabiliyorlar ve şansımıza kapalılar. Şarap severin uğramak için yoldan sapmalarına değecek bir mabed burası. Bu çeşitlilikte ve kalitede kadeh şarap bulunan, dünyanın her yerinden şarapları bulabileceğiniz, tadabileceğiniz bir yer. Çoğu doğal şarap. Sicilyalı şaraplar neredeyse üreticileriyle aynı fiyata satılıyorlar. Online sitelerinden alışveriş yapıyorum zaman zaman.



Yemek sonrası Siracusa sokaklarında kaybola kaybola dolaşıyoruz. Tarih sayfalarının sevdiğim karakterlerinden, bugün kaliteli bir zeytinyağı sıkım tesisinin en canalıcı aşamalarından dekantörün içindeki sonsuz vida teknolojisinin muciti Arşimed’in sokaklarında… Gözümüze kestirdiğimiz bir barda en sevdiğim Mezcal Alipus’u bulmak, en az kablo kadar şanslı hissettiriyor. Sicilya’da bir akşam Mezcal’i içilmez mi! Günün geri kalanında randevumuz yok. Akşama rezervasyonumuz yok ama aklımda iki restoran var…

Sicilya’nın en doğusu
Garum’un çağrısını takip ederek Siracusa’dan Pachino tarafına geçiyoruz. Buralar domates seraları, harika plajları, ıssız köyleriyle geçmişe dair yerler. Deniz manzaralı bir Abbas Kiorastami filminde gibiyiz. İlk durağımız Isola delle Correnti yani Akıntılar Adası. Bu nokta iyon ve akdeniz’İn buluştuğu, dalgalarının birbirine karıştığı bir yapay yarımada. Denizden yüksekliği dört metre olan bu adayı bir duvar karaya bağlıyor. gelgit dönemlerinde yürüyerek adaya geçebiliyorsunuz. Yaz anımlarımda kekik ve deniz tuzunun kokusunun birbirine karıştığı bu şatafatsız güzellikte kekikler eksik. Onun yerine iyota meyan kökü kokusu eşlik ediyor. Deniz dalgalı. Sahilde yürüyoruz, Garum kazılarını arıyoruz ama burası değil. O halde bir ihtimal daha var diyerek, kalacağımız köye doğru yola koyuluyoruz. Köyün yani Portapalo di Capo Passero’nun meydanı diyebileceğimiz sahildeki otelde anlatıyorum derdimi. “Antik balık işleme merkezi kazıları varmış kem küm…” “Ha burada” diyorlar, “Şöyle sola dön görürüsünüz”.



İnsanın ortak deliliklere sahip olduğu arkadaşlarının olması büyük lüks. Güneş batmaya başlamış ama hala ışık var. Nasıl mutluyuz. BULDUK. Balık, futbol, meyhane, rakı dünyasının ağır abisi Tan Morgül garum havuzları içinde pozlar veriyor. İnsanlık için küçük, bizim için büyük bir an. Garum havuzlarını bulduk! Sağımızda bir tonnara solumuzda başka bir tonnara. Capo Passero’nun güzelim plajları sağ tarafımızda ama oralar başka zamana.
Akşam yemeğinin ilk faslı için Marzamemi’ye geçiyoruz. Yıllar önce önünde çocuklar top oynarken yemek yediğim, kadın aşçılı bir restorana götürmek istiyorum Tan’ı. GÜn batışı bizden yana. İlerleyen saate rağmen hala ışık var. Sağımız lebi derya deniz, yollara taşan kapariler, farklı çeşitlerde, farklı renklerde hint incirleri… Yolumuz 5 km ama hız limiti 30 yer yer 20. Bir Londralı olarak Tan’ın hız limitlerine saygısı sonsuz. Üç etekli teyze bile motosikletiyle bizi geride bırakıyor. 30’du, 20’ydi derken trafik işaretleri “inin, yolun gerisini yürüyün” diyor. Marzamemi içibe araçla giriş yok.
Marzememi ve Portapalo
Ben gitmeyeli kasaba çok değişmiş. Çocukların top oynadığı meydanda Cialoma artık tek mekan değil. Ara sokaktan çıstak müzikler geliyor. İki ayrı balık tabağı alıyoruz. Leziz. Şarap çok açmıyor. Asıl yemeğimiz için kaldığımız otelin restoranına geçiyoruz, Garum’larımıza yapyakın Portapalo kasabasına…



Varsın saat 10.30 olsun, yarım pansiyon yerimizi ayırtmışız. Çocukluğumun Adana’sını hatırlatan bu kasabalarda otelden ziyade pansiyoncuklar var. Kaldığımız Gruppo Scala’nın enfes bir restoranı var. Balıkçı bir aile işletiyor. Bölgede ağzını açan herkesin ilk önerisi yemek için. Boşuna zamanda yolculuk yapmadık buralara kadar. Muhteşem bir çiğ balık tabağı var yarım pansiyon menümüzde. ben mürekkep balığı karası yanı ricotta peynirli makarna alıyorum. Tan yakışıklı bir balık seçiyor, ızgara. İki erkek kardeş birlikte çalışıyorlar restoranda. Biri restorandayken diğeri balıkta oluyor, dönüşümlü. Olabilecek en iyi balığı, en iyi fiyata yiyebiliyorsunuz bu sayede. Masada Sicilya’nın en iyi zeytinyağlarından Galioto şişesiyle duruyor. Sırf bu zeytinyağı için alkışlamak lazım mekanı ama şarap menüleri de harika. Alkışlardan alkış beğen! Özellikle Sicilya’dan çoğunluk doğal, zengin bir seçkiden oluşuyor şaraplar. Barracco’yu görünce “Hadi Nino’nun şarabını içelim” diyorum ve iyice şımarıp Nino’ya mesaj gönderip soruyorum “Catarratto’nu mu Zibbibbo’nu mu içelim?”. “Cataratto” diyor. Gülümsediğine eminim. Yolculuğumuzun başından beri Tan’da Etnacılıkla birlikte bir Catarrattoculuk da baş gösterdi.