Bu satırları yazarken diye başlamak istiyorum lafa… Bu satırları yazarken Velvet Underground’un Venus in Furs’u eşlik ediyor bilgisayarıma. Hem de vinil plaktan. Havanın yağışlı ve gri bulutlarla kaplı olmasını isterdi gönül. Oysa Roma semaları şarkıdaki deri parçası kadar ışıl ışıl. Sabahtan atıştırdı biraz. Yağmurda bile neşeliydi bulutlar. LD’yi sabah okula bıraktığımda öyle güzel bir ışık vardı ki ona da gösterdim ve “bak bu yağmurun yumuşattığı ışık, ne kadar güzel değil mi?” dedim. Sonra da yağmurun yumuşattığı ışık diye bir şey var mıdır? Çocuğa yanlış bir şey mi öğretiyorum diye hayıflandım. Asırlık ağaçların renk değiştiren yaprakları arkasında gökyüzü gri olmaya çalışsa da içten içe beyaz ve açık maviydi. Sıcacık turuncular, kahverengiler, ağaçların gövdesindeki sarıya çalan ıslak yosun yeşili… Önce böyle Kasım mı olur dedim. Sonra da Kasım tam da böyle olur…
Geciktim. Biliyorum. Günlerdir bir randevuya yetişememenin huzursuzluğunu yaşasam da olmadı, yazamadım. Aklımda çok şey var, bir yandan da hiçbir şey yok. Gevezelik ediyorum. Defne Emerk, nedense sen aklımdasın:)
Hasat yorgunluğu üzerine kısa süre evde geçen zaman ve çok sevdiğim iki kadınla kısa, yoğun bir seyahat sonrası yaklaşık iki gün uyudum. Uyumadığım zamanlarda Endeavour’un ilk sezonunu aralıksız izledim. İngilizler’in yeşillikler ve sükunet içinde değişmeyen yüz ifadeleriyle olmadık cinayetleri çözmelerine oldum olası hayranım. Edebiyat, sinema, televizyon…Beynimi İngilizlere teslim etmeyi seviyorum. Son birkaç gündür de öyle yaptım. Polisiye dizinin sonunu merak etmeye bile enerji harcamak istemediğimden, çok sevdiğim, bildiğim sularda yüzdüm. Endeavour’ın sularında. İzlemeye doyamacağım bir iş. Shawn Evans’ın gül gibi Scouse aksanından böylesine soyunup, Oxford’dan terk dedektif Morse’a dönüşmesini saatlerce, günlerce, sıkılmadan izleyebilirim.
Ne yazacağıma karar veremiyorum. Altamura seyahati, Özpetek’in son filmleri, peynir nasıl tadılır, Slovenya’da aklıma takılan şaraba dair bir mesele, zeytin hasadının gidişatı… hepsinden bahsetmek istediğim için hiçbirine giremiyorum.
Yarın benim doğum günüm. Son beş senedir elli yaşındayım diyorum ama aslında yarın kırk dokuz oluyorum. Elliden beş sene sonra da elli yaşında olduğumu söylemeyi düşünüyorum. Daha büyüksün diyene de cevabım Nasreddin hocanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne inanmıyor musun hesabı olacak! “Kırk beşte elli derken iyiydi de elli beşte mi yalancı oluyorum” diyeceğim.
Hayata dair böyle planlarım var.
Bir kitap: Kırmızı ve Siyah / Stendhal
Elli yaşıma girerken Kırmızı Ve Siyah’ı tekrar okumak istiyorum. İlk kez üniversitenin son senesinde okumuştum. Kurgu karakterlere ciddi ciddi aşık olan bir edebiyat öğrencisiyken. İlk aşkım Hamlet’ti. Hiç geçmedi. Kırmızı ve Siyah’ın kahramanı Julien’e olan aşkım yine de başkaydı. İkisinin de kova erkeği olduğunu düşünmüşümdür hep. Julien Sorel’de beni derinden etkileyen kendini bir sahtekar olarak görmesine rağmen katıksız saflığıydı. Dünya o kadar çarpıktı ki kendi düzlüğü çarpıklık gibi geliyordu ona. ya da ben öyle hatırlıyorum. Tuğla gibi kitabı birkaç gün içinde bitirmiştim. O zamanlar çok sevdiğim Kıtır’da kaşarlı mantarlı pane tavuk yerken bir anda ev arkadaşım Burcu’ya Julien’i özledim demiştim. Ben masadan kalkerken arkadaş grubumuzun çoğu alışık oldukları üzere yine dışardan bir yerlerden misafirim geldiğini, ona gittiğimi düşündüler. Burcu ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı. O andaki dehşet dolu bakışını unutamam, bunca yıl sonra hala hınzırca gülümsüyorum. Masadan kalkıp romana dönmüş ve o gün sabaha karşı bitirmiştim romanı. Bir güzel de oturmuş ağlamıştım sonuna. O çok sevdiğim kitabı bir daha okuma cesaretim olmadı. İkinci kez okuyup etkilenmezsem elimdeki bir güzellikten olacağımı düşündüm herhalde.
Kırmızı ve Siyah’ın satırlarında yeniden dolaşmaya hazırım. hayal kırıklıklarından korkmayacak yaşta olmak güzel bir şey. Kitapla birlikte kendi naifliğimin sayfalarında dolaşmak, o deli kızla sohbet etmek, “yahu bu kadar da abartılır mı” demeyi umuyorum.
Bir tarif
Bugün yapmayı bildiğim bir tariften değil bu bilgisayarın başından kalktığımda yapmak istediğim bir yemekten bahsetmek istiyorum. Ana Ros’un yaptığı makarnadan esinlendim. Ros lorlu raviolisini domates sosu içinde sadece bir tane olacak şekilde sunmuştu. Bu enfes tabakta domatesin sostan ziyade çorba kıvamında olması güzel bir tarhana içinde peynirli mantı yapma ilhamı verdi bana. Dün akşamdan beç tavuğunu bir havuç ve kerevizle haşladım. Mis gibi bir su oldu. Ogün şefin hediye ettiği inanılmaz tarhanayı bu suda pişireceğim. İrisinden lorlu mantı mı ravioli mi yapacağım henüz karar vermedim. Olmuşken içe de akından ayrılmış ve de tüm olarak bir yumurta sarısı da yerleştirsem mi diye geçiriyorum aklımdan. Osteria Monti’nin yaptığı bir ravioli o da. Mamma Mia’da benim versiyonumla tarifi var. Öyle bir ravioli ki, makarnaya çatalı batırıyorsunuz ve içinden yumurta fışkırıyor. Alttan enfes lorun tadı takip ediyor. Tarhanayla birlikte fazla mı olur onu da bilemedim.
Bilmemek gibisi var mı!
Şımarıklık yaptığımı, elle tutulur bir tek kelam etmediğimi biliyorum. Bu seferlik affedin. ne de olsa dooom günü çocuğuyum. Bu sayfaya fotoğraf yerleştirmek de zor zanaat. Şimdi fotoğraflara bakıp herhangi birini paylaşacağım. Maksat bir görselimiz olsun. Bence onu da affedersiniz…
Pazartesi bir yaşıma daha bastığımda daha ciddi bir şeylerle postanızda olacağım. Bundan sonra da yedekli çalışacağım…



Bir değil üç fotoğraf oldu. Bu turuncu bankın hikayesini mutlaka anlatacağım.
Hahhahaa haftaya, buluşalım haftaya… yeterince yaşlı olanlar anladı mı acaba:)
Sağlıcakla!
Pekii, dogum gununu nereden kutluyoruz? Whatsapp, instagram, substack, facebook ?!?! 🤓
Daha iyi tarif edilmezdi. Mutlu mutlu yaşlar♥️