Evde olmamak
Neredeyse bir haftadır Türkiye’deyim. Kendi ülkemde, bir otel odasının kapısından içeri girdiğimde bana kendimi evde hissettiren şey nedir, anlamaya çalışıyorum. İnsan nerede evdedir, Nerede değil?
Yetişkin hayatının büyük kısmını İtalya’da geçirmiş bir çifte vatandaş olarak yaşım ilerledikçe Türkiye’ye, buradaki köklerime daha çok bağlanıp bir yandan da uzaklaşıyorum. Seni uzaktan sevmek türkülerin en güzeli. Freud’un ruh hallerimize kazandırdığı kavramlardan Türkçe’ye “tekinsizlik” olarak çevrilen unheimlich Türkiye ile olan ilişkimi ürkütücü netlikte açıklıyor. Tanıdık olanın aynı zamanda yabancı hissettirmesi ve bunun yarattığı tekinsizlik hali…
Zeytinlikleri geziyorum. Dağ taş zeytin, incir, narenciye, yer yer üzüm… İtalya’ya çok benzeyen bir coğrafya ama bir o kadar da farklı ve yabancı. Bu benzerlik içindeki farklılık, “resimde eksik olanı bul duygusu içimde bir yerlerde tekinsiz hissettiriyor. Beslediğim duygular arasında hayranlık olsa da. İtalyanlar’ın zeytinlikler, bağlar arasına mevsimine göre renginin ne olacağını hesaplayarak diktiği ağaçların kazandırdığı boyutu arıyor gözlerim. Dağ başına serpiştirilmiş, varoluş nedeni turizm olmayan taş evleri. Ne kadar güzel zeytinlikler, ne de güzel eski ağaçlar diye tepelere dalıp giderken pammm! Bir termal santral çıkıyor karşıma. İçim sessizleşiyor.
İtalyanca’da ev anlamına gelen kelimelerden biri dimora. Dimora ev anlamına gelebilir, sürekli yaşadığınız yer olabilir ama içinde yine de bir geçicilik barındırır. Oturduğunuz ev dimora sayılsa da “oturma kaydınız”, ikametgahınız başka bir yerde olabilir. 50 yıldır yaşadığınız ev dimora adresiniz olarak geçebilir ama aslında resmi olarak başka bir adrese ait olabilirsiniz…
Ait olduğum adres fikri İstanbul’da yaşadığım TC kimlik macerama götürdü bir anda beni. Gelir gelmez TC kimliğimi yeniletmek istedim. Zaten değiştirmem gereken kimliği bir de Roma’da unutmuşum. Randevu aldım. Çipli kimlikte kullanılmak üzere gülümsemeyen bir fotoğrafımı çektirdim. Tam vaktinde nüfus müdürlüğüne gittim. Kimliğim yanımda olmadığı için kim olduğumu ispat edemedim. Yanımda İtalyan pasaportum vardı. İtalya’da soyadım Uysal, Türkiye’de Bottoni. Memur soyadı farklılığını çözemedi. Kızlık soyadınız Battani mi diye sorduğunda böyle bir sonuca varabilmek için nasıl bir akıl yürütme süreci geçirdiğini anlamaya çalıştım, çözemedim. Sonra eşiniz ne zaman öldü diye sordu. Aklım iyice karıştı. “Şahit getirmeniz lazım" dedi memur sonunda. Kim olduğumu ispatlayacak bir şahide ihtiyacım vardı. “Ben Yakup, Yakup mu dedim Elvan, bazen ben de karıştırıyorum” demek istedim… Belki kendime üç kez tekrarlamış da olabilirim. Aziz Nesin’in ne Yaşar ne Yaşamaz’ı, Pirandello’nun Fu Mattia Pascal’ı geldiler bir anda yanıma. Yeterince ikna edici bir şahit bulsam başka biri olabilir miydim acaba?

Ev diyordum… Tekinsiz diyordum. Otel odaları diyordum. Sebebi ziyaretim zeytin. Çok güzel ve çok çirkin yerler arasında mekik dokuyorum. Çirkin şeyler yaptıklarının farkında olmayan çok güzel insanlarla karşılaşıyorum. Yolumun düştüğü Tire tepelerinde ağaçlar bomboş. Ağaçlarda tek tük kalan zeytinleri sanki kuşlar bile yemeye kıyamamış, ağacın üzerinde bırakmışlar. Kilometrelerce ağaç bomboş. Arada meyvesi olan bahçeler de var. Yine de kimisini sinek vurmuş, kimisini sıcak. Elbette iklim değişiyor, tarımı yönetmek gittikçe zorlaşıyor anacak bu kadar vahim olmak zorunda değil her şey. Yapılabilecek şeyler var. Çok zor da değiller ama yapılmıyor. Zeytin incirden daha az kıymetli.
Zeytin ağaçlarının yılmayan gövdeleriyle ormanlar oluşturdukları yollar arasından bu düşüncelerle ilerlerken bir köyün içinden geçiyoruz. Düğün var. Kazanları kurmuşlar, yemekler yapılıyor. Kayıtsız kalmam mümkün mü? Tencere kazan görmüşüm, illa içinde ne kaynıyor bakacağım. Araba duruyor, kazanlara koşuyorum. Etli nohut, şehriye, keşkek, pilav… Düğün sahibi “asla bırakmayız, oturun yemeğimizin tadına bakın” diyor. Bize yer gösteriyor. Karşımızda zeytinli, incirli tepeler. Et muazzam. Keşkek 6 saatte pişmiş. İrmik helvası en beğendiğim ama bir çataldan fazla alırsam sonu kazanı bitirmek olacak. Kendimi tutuyorum. Düğünün neşesi, yoldan geçen yabancıyken evin misafiri hissetmek tarımın geleceği konusundaki endişelerimi süpürüyor.

Buralara kadar gelmişken bir tarım kooperatifin sıkım tesisine uğruyorum. Onlar da çok misafirperverler. Muhasebecileri çaylar kahvelerle ağırlıyor bizi en önemlisi de güler yüzle. Birkaç sıkım yapmışlar ama henüz tam kapasite çalışmıyorlar. Bu mevsimde buraların ana baba günü olması gerek. Zeytin az ona diyecek yok da memlekette erken hasat fikri genel olarak sorunlu. “Az çok demiyoruz, geleni geri çevirmiyoruz” diye tatlı tatlı anlatıyor kooperatifin muhasebecisi. Yeni sıktıkları iki yağı tattırıyor. Kendi markaları için değil civarda zeytinliği olan şahıslar için sıktıkları ürünler.
Zeytinin bölgede hakim olan Memecik olmadığını anlayabiliyorum ama yağ öyle bir haldeki tam olarak ne olduğunu çıkarmak imkansız. Zeytini getiren sıcak sıkım istemiş. Onlar da öyle sıkmışlar. Bu dönemde mis gibi taze zeytin kokması gereken yağ pişmiş sebze kokuyor. Pişip de su içinde kalmış pazı kokusu mu desem, eskimiş turp mu… 13 kg zeytinde 1 litre yağ almışlar. Tanınmayacak halde olan zeytin domatmış. Muhtemelen sofralık yetiştirildiği için suya boğulan bir zeytinin sofralık olarak satılamayacak büyüklükte olanlarını getirmiş vatandaş. İyi de yapmış. Ama zaten sofralık diye satamadığın zeytini değerlendirmek istiyorsan 13 yerine 15’te 1 verse de Domat gibi Domat olsa olmaz mı? Bu iyi olasılık bu arada. Bir de yağ yapmak için yetiştirip, erken hasat diye satabilmek için bu dönemde hasat etmiş ve de üçe beşe baktıkları için sıcak sıktırmışlar olabilirler ki bu ihtimal iyice fena. Ekim’de ısıtarak sıkacağına, bekle üç hafta ısıtmadan daha çok versin, mis gibi hafifi olgun bir domat olsun. Kooperatifte insanları bu şekilde yönlendirecek yöneticiler olsa bambaşka şeyler olabilir bölge zeytinciliği. Ağaçlarında tattığım o mis gibi zeytinlerin birkaç ay sonra küflü yağlara dönüşecek olması canımı yakıyor. Benim olup olmaması, kendi yağımı daha farklı bilinçle üretebiliyor olamam bu acıyı hafifletmiyor.
Fabrikada en son bir gün önce salamura zeytin sıkmışlar, rafine yağ olmak üzere. Dünyadan haberim yok. Sofralık zeytinler yağ oluyorlarmış satılamadıklarında. Memleket zeytinyağının önündeki en büyük engel sofralık zeytinken bir de gereksiz fazla üretilip satılmayanın yağ yapıldığını öğrenmek ihtiyacım olmayan bir bilgiydi. Sofralık da üreten bir arkadaşıma soruyorum meseleyi. Sofralık zeytin mayıs gibi havuzdan çıkarıldığında kullanılamayacak gibi olanlarının sıkılmasının normal olduğunu ama bu mevsimde böyle bir uygulamanın açıklaması olmadığını söylüyor o da. Tanıdığın, yabancıya dönüştüğü tekinsizlik anlarından birine kendimi teslim etmek üzereyken kooperatifin muhasebesi çamur peynirini anlatmaya başlıyor, insanı heyecanlandıran bir heyecanla. O önde biz arkada güvendiği peynircide çamur tatmaya gidiyoruz. Çok da güzel bir sakızlı dondurma tattıktan sonra zeytin dağlarına doğru yola koyuluyoruz tekrar.
Akşam bir termal otelde uyuyorum. Internet çalışmıyor. Benim de uykum var zaten.
Ertesi gün, dağlık bölgedeki bahçelere bakıyoruz.
Öğlen yemeğini atlamak niyetindeyim. Arkadaşımın bir tanıdığının bahçesinden geçerken uğramaya karar veriyoruz. Çok güzel tertemiz bir zeytinlik. Ağaçlar yaşlı. Hepsi memecik. Kötü huylarımdan biri heyecanlandığım bir şey karşısında insanlara selam vermeyi unutmak. İnsanlara merhaba bile demeden ağaçların arasına dalıp zeytinleri kırıp koklamaya başlıyorum. Ev sahibi yanıma geldiğinde selamsız sabahsız lafa dalıyorum…
Ağaçlarda büyümemiş melengiç tanesi kadar kalmış zeytinleri göstererek, “ağaçlarınız size beslenemiyoruz diyorlar. Bu sorunun adı nanizm. Ağaç çiçekten meyveye dönüştürdüğü her daneyi büyütemeyeceğini anladığında bir kısmını böyle küçük bırakıyor. Toprak da zayıf düşmüş olabilir ama önce doğru budamayla sorunu çözmeyi deneyebilirsiniz” diye başlayıp ağacın üzerinde bu dal şu dal oradaki buradaki gidecek derken yüreğimdeki ekran o dalları kesip ağacın rahata kavuştuğu halini gösteriyor bana. O kadar gereksiz dal var ki, ağacın yorulmaması imkansız, hele de susuzluğu hesaba katarsak. “Zeytinleriniz çok güzel. Bu dalların üzerinde zeytin var ama kesseniz daha ulaşılabilir yerden daha çok verir zaten…” diyorum da diyorum. Ev sahibimiz tatlı tatlı gülümsüyor.
kendi kendime düşünmeden de edemiyorum. Budama bir manipülasyon operasyonu ağaç için. Bunu gerçekten bizden istemiyor. Başının çaresine bakma yönetemleri var zaten. Ağaçtan daha yüksek performans alma ihtiyacı, daha ergonomik olması gerekliliği bizim. Heyecan duyduğum bir başlık olsa da ağacın aslında budanma derdi olmadığını düşünmek bazen ikilemde bırakıyor beni. Sonra “oğlumun da eğitilmek gibi bir derdi yok ama okula gönderiyorum” diyorum. Eğitim denilen şey bir manipülasyon nihayetinde. Budamak da ağacı eğitmek gibi bir şey…
Zeytin ağacı altında daha insanlara merhaba demediğim noktaya geri dönersek…

Bir noktada “kusura bakmayın” diyorum “ben Elvan Uysal, işinize karışıyorum sanırım”… Gözlerinin içi gülerek” estağfrullah”diyor “tabii ki karışın.” Masaya çağırdıklarında ilk teşekkür ederek yemeyi reddetsem de ev yapımı ekmek, börek, zeytin odununda zeytinyağında kendi bahçelerinden sebzelerle yaptıkları domates soslu kızartma karşı koyulabilecek gibi değil. Her şeyi evin hanımı yapmış. Peyniri de. Bu seyahatimde yediğim en iyi peynirdi kesinlikle.
Yollarda dolaşan inekler küçük, yerli hayvanlardı. Bunların ne güzel peyniri olur demiştim bir gün önce bir inek sürüsünün yanından geçerken ve şimdi o ineklerin sütünden peynir yiyebildiğim için kendimi fiyakalı ve şanslı hissediyordum. Korda demlenmiş çayımı yudumlarken zeytinlerle dolu karşı tepelere bakıp güzel şeyler düşündüm. Nanizmi, ağaçların yanlış budandığını, sırf kapan yapılmadığı için ağaçların sinek içinde olduğunu unuttum.
Peynir o kadar güzel ki, “şırdanla mı yaptınız” diye soruyorum ama cevabın evet olacağından eminim. Sıvı maya kullanıyorlarmış. Şırdan olsa daha da lezzetli olurdu diye gereksiz boş boğazlıklarımdan birini yaparken hazır satılan sıvı dışında maya bilmediklerini anlıyorum. “İnciriniz var incir sütünü, kengeri de maya olarak kullanabilirsiniz ya da süt kuzusu bağırsağı” diye ojeli tırnaklarımla toprakta elleri, yürekleriyle çalışan insanlara bilmişlik taslamaktan utanıyorum da biraz. Peyniri kokulu geldiği için önce keçilerini satmışlar. Birkaç hafta önce de bu peynirlerin sütünü veren yerli ineklerini. Günde sadece 10 kg verdikleri için.
Sofrada bal da eksik değil. “Çam balı “ diyor ev sahibimiz. Komşuları yapıyormuş, “asla şeker kullanmaz”mış. Mürdüm kurusu hissediliyor, harika bir bal. “yakınlarda kestane ağacı da var galiba, hafif kestanesi de var” diyorum. Tepelerde kestane varmış, tadından nasıl anlaşılıyor ki diye soruyorlar merakla. Anlatıyorum.
Ocak ayını bekliyorlarmış zeytinlerin olması için. O zaman yağ yapacaklarmış. “O kadar beklemeseniz, ocak ayında aldığınız yağ zaten zeytinyağı olmuyor yazık bu güzelliğe” diye homurdansam da, bir şey değiştiremeyeceğimi biliyorum. Kabullenemiyorum, önüme gelen herkese dinlemeseler de anlatıyorum, anlatıyorum. Elbet bir gün birisi, beni olmasa da benimle aynı şeyleri söyleyen birilerini dinleyecek. Söylediklerimizden çok yaptıklarımızla bir şeyleri değiştirebileceğimize inancım sonsuz. Söylediklerimi yapmak için uğraşıyorum.
Hava kararmaya yüz tutmuş, eve gitme vakti. Gün itibariyle ev Urla’daki Vino Locale. Sevdiğim, güzel şeyler yapma bilinci olan, güzel şeyler yapacak ortamları yaratan, güzel şeyler yapan arkadaşlarım Seray ve Ozan’ın mekanı. Git gellerle yorgun zihnime, bedenime ne de iyi geliyorlar.

Bir tadım…
Urla Türkiye’ye geldiğimde en sık gittiğim yerlerden. Fırsat yaratıp illa ki gidiyorum ama gittiğim Urla da değil. Vino Locale. Her ay menü değiştirdikleri için Ozan yine ne yapmış merakıyla koşuyorum. Seray da her zaman bilmediğim yerli şarapları çıkarıyor şapkasından. Yine öyle oldu. Tasheli bağlarının Göküzüm’ünü tattırdı bu sefer de. Mersinli üretici bölgedeki eski bağlardan aldığı yerel çeşit Göküzüm’ü doğal mayasıyla işlemiş. Alkolü epey yüksek, 14 derece. Burun çok açık değil ama hata yok. Türkiye’de doğal şarap yapımı yeni başlıyor. Bu nedenle off kokuları olmayan bir doğal şarap bağırımıza basmalık. biraz zaman geçip de şarap kendini kadehte rahat hissettiğinde üzüm, kuru kayısı kokuları, olumlu bir oksidasyon hissediliyor Damakta da aynı kendini onaylıyor ki bu da artı hanesine geçiyor. Mükemmel bir şarap değil Göküzüm ama kesinlikle içten bir şarap. Özellikle de ait olduğu fiyat bandı düşünülürse alkışlanası bir iş yapmış Tasheli. Sonrasında çok sevdiğim yerli beyaz Hermos’u açıyor Seray. Bornova misketinin en güzel ifadesi bence bu şarap. Önceki yıl mineralite biraz daha yüksekti, sanırım 2021 daha sıcak bir yıl olduğundan “çıtırlık” daha düşük ama yılın imzası olacak o kadar. Burunda da damakta da mutlu ediyor. Üzüm kabuğu, beyaz şeftali, yeşil elma resmi geçidi arkası hafif bir nane de ben buradayım diyor. Ne güzel yapmışlar yine. Son olarak adını hep duyduğum ama hiç tatmadığım Porta Caeli Amentium açıyor Seray. Beni daha az heyecanlandıran bir şarap. Rehber tadımları sırasında bu tür şaraplar karşımıza çıktığında “inşa edilmiş” şarap deriz ağız birliğiyle. Aklıma ilk gelen tanım bu. Önemli olmak için inşa edilmiş şarapların üzümle ilişkisi hayatımın bu aşamasında beni daha az ilgilendiriyor. Porta Caeli’nin daha az önemli şaraplarıyla tanışmak üzere üç şarapla sonlandırıyoruz Vino Locale tadımımızı…
Bir kitap: Yerçekimli Karanfil - Adam yayınları
Nüfus cüzdanı maceramı anlatırken andığım Çağrılmayan Yakup şiirini de barındıran Yerçekimli Karanfil’e bir karanfil bırakmak istiyorum ve de kurbağalara bakmaya gidiyorum pardon kurbağa mı dedim! Zeytinlere…
Ilk defa birinin Trurkiye" ye dair hislerimi anladigini dusundum, tesekkurler, cok guzel bir yazi. Sevgiler...
Yutarcasına okudum bu çok yüklü yazını. Çirkin şeyler yarattıklarını bilmeyen güzel insanlar...