İstanbul’dan olmak ada sevdasını barındırır içinde. Olmadık yerde karşımıza çıkan manzaralarıyla şehrin hayatının güzel şeyler denizinde yüzerler. Issız adaya düşme ihtimalimizin yüzde 0 olduğunu bilsek de, o gün geldiğinde yanımızda kim ve ne olacağı sevdiğimiz lakırdılardır. İçinde bir ıssızlık, ayrılık barındırır ada. Türkçe’de “ada” kelimesi Nişanyan’a göre “ayrılmış, kesilmiş” anlamına gelir. Batı dillerinde kökeni etrafı suyla çevrili toprak parçasından gelse de yalıtılmışlığı, yalnızlığı da içerir. Tatlı bir melankoli çevreler ada kavramını, nerede olursa olsun. Kısıtlama, istediğin anda istediğin gibi gidememek de vardır içinde.
Akdeniz’in en büyük adalarından Sicilya’yı hem Sicilya hem de ada olduğu için severim. Sicilya’nın adalarını ana adadan da çok…
Hal böyle olunca yelkenlisiyle Roma’dan inip Eolie adalarına geçecek arkadaşlarımı rahat bırakmadım, seyahatlerinin bir ucundan dahil oldum. Oğlanla pek sevdiğimiz gece trenine atladık. Ver elini Calabria, Tropea… Yıllardır coğrafi işaretli soğanlarından vazgeçemediğim Tropea meğer ne güzel bir yermiş. Hiç mi gazete, dergi karıştırmadın, hiç mi fotoğraf görmedin! Görmemişim, düşünmemişim. İyi de olmuş. Trenden inip yüz metre kadar sonra sağ yapıp bilemedin 10 dakika dümdüz yürüdüğünde dünyanın kıyısına varıyorsun. Kartal yuvası gibi kayalıklar üzerine kurulu şehrin sonundan aşağı, denize bakmak doyulmaz bir keyif. İki ayrı yerde sabah kahvesi içtim. İkinciden sonra düzgün kahve bulma ihtimalini bir kenara bırakıp, avuç kadar şehrin güzel sokaklarının, merdivenlerinin, denizinin güzelliğine dalmayı makul buldum. “Tropea’da ne yapılır?” diye sorduğum işin ehli bir arkadaşım Sunset Beach Club için “harika” demişti. Heyecanla kendimizi sahile attık. Adının Beach club olduğuna bakmayın. Önünde şemsiye, şezlong kiralayabileceğiniz, eli yüzü düzgün bir restorandan bahsediyoruz.
Soğanıyla meşhur el kadar kasabanın plaj restoranın servisinden malzemesine, lezzetine sunduğu yüksek standart şaşırtıcıydı. Calabria İtalya’nın başka tanrının çocuğu bölgelerinden. Nasıl “Toscana olsun beş kuruş fazla olsun” deniyorsa, “aman Calabria olmasın da ne olursa olsun” gibi bir şanı var. Yer yer haklılık payı olsa da büyük önyargı ve haksızlık içeren bir şan. Bir hafta önce Positano kıyılarında iğne düşse zengin Amerikan turistin ayağına saplanacağı bir seyahat sonrası, güzellikte oraları aratmayan Tropea sahillerinin bomboş olması önce mutlu etti, sonra da haksızlık gibi geldi. Coğrafya İtalya’da da kader. Sunset Beach’in turkuaz sularında denizin tadını çıkardık. İlk acıkma belirtisinde de restoranına koştuk. Mutfak da, şarap listesi de en az dinginlik ve deniz kadar güzeldi. Calabria’ya özgü bol acılı salamlarla başlayıp deniz ürünlerine uzandım. Oğlan pizza istedi. Öyle bir ortamda, Napoli’den güneyde pizzaya dair umudum yoktu. Hamuruyla, pişimiyle, malzemesiyle mükemmel bir iş çıkarmışlardı.








O gece Tropea kıyısında arkadaşımın teknesinde uyuduk. Kendimi deniz insanı olarak tanımlasam da tekne, gemi tecrübem çok az. Denizi hem sever hem korkarım. Teknedeki odamda dalgaların seslerini kıyıya vurdukları haliyle değil de denizin altından geldikleri tınıda dinlerken aslında tekne denilen şeyin ana rahmindeki halimize en yakın yer olduğu duygusuna kapıldım. bebekler de anne karnında içinde bulundukları sıvının sesini böyle mi duyarlardı acaba?
Kedi yavrusundan beter olacağımı, deniz tutacağını düşünsem de korktuğum başıma gelmedi. Turp gibi uyandım sabah. Bir gün önce denizine tepeden baktığım Tropea’ya bu sefer denizinden tepesine baktım. Ne de güzeldi…
Ertesi gün hava kapalıydı. Rüzgar vardı. Yelkenleri açtık, Akdeniz’in ortasında birkaç dakikada bir patlayan yanardağ Stromboli’ye kırdık dümeni… Yerlisinin deyimiyle Iddu’ya. Bu seyahatin baş mıknatısı bu adaydı zaten. Yelkeni üfleyen rüzgar havadaki tuhaf yoğunluğu üflemeyi başaramamıştı. Adayı sis perdesi içinde uzaktan seçemedik. Bir anda çıktı karşımıza. Dimdik. Duvar gibi. Ufacık, tefecik ve de tekinsiz…
Adı kelime oyununa benzeyen, bir nevi çakma Stromboli duygusu veren Strombolichio’ya da selamımızı eksik etmedik. Korsan filmlerindeki iskelet adası gibi sipsivri denizin ortasındaydı. Ada halkı Stromboli’nin püskürttüğü dev bir kaya olduğuna inanmayı sevse de aslında eski bir volkanın “sobasının” içindeki sertleşmiş lav kitlesi Strombolichio. Bugün tepesinde taşıdığı feneri dikebilmek için zavallı adayı epey traşlamışlar. Denizin ortasındaki bu kapkara kara parçası Nesli tükenme riskinde olan mosmor kaya lalesinin romantik ev sahibi aynı zamanda.
Gece, Rossellini’yi, Malcom Lowry’i anarak “ Yanardağın Altında” uyuduk. Rüzgarın demirlememize müsade ettiği ettiği kıyı adanın aktif kraterlerinin olduğu yakanın tam ters yönünde kalmıştı. Gözümüz dağın tepesinde bir parça lav görmeye çabaladı gece boyu.
Stromboli, Rossellini ve Bergman
Sene 1949, İtalyan neorealizminin öncülerinden, dönemin avangard sineastı Roberto Rossellini bir mektup alır:
“Sevgili Rossellini Bey, Roma Citta Aperta ve Paisa filmlerinizi gördüm, çok etkiledim. Şayet çok iyi İngilizce konuşabilen, Almancasını unutmamış, Fransızca zar zor kendini anlatabilen, İtalyancada sadece “seni seviyorum” diyebilen İsveçli bir aktrise ihtiyacınız olursa, İtalya’ya gelip sizinle çalışmaya hazırım. Ingrid Bergman”
Hollywood’un ünlü divası işte bu şekilde Stromboli’de çekilen, Rossellini filminin başrolünü kapar. Yönetmenin aktris sevgilisi Anna Magnani bu durumdan çok hoşnut olmaz. yanardağın altında gerçekleşen çekimler, Bergman’a uzun süre İtalyancada bildiği tek cümleyi pratik etme imkanı sağlayan bir aşk hikayesinin de başlangıcı olur. Birkaç kez izlediğim filmden aklımda kalan ton balığı avı, patlama sahnesi ve de son sahnede Bergman’ın üzerinde uyandığı, film siyah beyaz olmasına rağmen nasıl bir zifiri siyah olduğu hissedilen, parıltı toprak, kum, lav yüzey. Adadaki çaresizlik, çaresizlikten evlendiği balıkçı kocasıyla anlaşmazlık, doğa şartları altında ezilmişlik hikayesi patlamanın dinmesi, güneşin açmasıyla umut dolu bir tebessümle biter. Filmin çekildiği dönemde 1919 ve 1930’da yaşanan yıkıcı patlamalar sonucu terk edilmiş bir Stromboli vardır. 1919’daki patlamayla o dönemde tüm bitki örtüsüyle birlikte ada sakinlerinden önemli gelir kaynağı olan malvasia üzümü bağları büyük ölçüde yanar. 1930’da da bir öncekinden kurtulanlar gider.
Tam da bu nedenle yola çıkmadan Stromboli adası’nda üzüm yetiştirip, şarap yapan ve şişeleyen Nino Caravaglio’yu aramıştım. Adadaki bağı ziyaret etmek, şaraplarını tatmak için. Adanın yeşil kısmında orta yerde duruyordu, büyük emek gerektiren mendil kadar bağ. Stromboli’de 500 metrekare bağdan yaptığı Malvasia üzümünden beyaz şarap Verticale / Dikey muhteşem. Gerçekten tıpkı Stromboli gibi bir anda çıkıyor insanın karşına bu şarap. Dimdik, net, toprağı gibi mineral, denizi gibi tuzlu. Ama ne şarap. İlerleyen günlerde Verticale’yi Caravaglio ile aynı masada tatmak önemli bir tecrübeydi benim için. Adanın zor çalışma şartlarına ve yüksek maliyetlerine rağmen 25 euro gibi makul bir fiyatı var. Caravaglio’nun şarabın biricikliğini ve enderliğini abartılı bir fiyata malzeme etmemesi saygı duyulası.

Bir ada iki restoran
Caravaglio’dan Stromboli için yemek önerisi de almıştım. İlk akşam gittiğimiz aile işletmesi Canneto beklentimin çok üzerinde, sahici, lezzetli tabaklarla dolu bir menüye, kısıtlı ama güzel bir şarap seçkisine sahipti. İkinci akşam yine Caravaglio tavsiyesi Punta Lena restorana gittik. Strobolicchio manzaralı, kayalıklar üzerinde nefis bir osteria’ydı ama yemekler Canneto ile kesinlikle boy ölçüşecek düzeyde değildi. Öğlen vakti, manzarası aşkına gidilip makarnalardan uzak durulup, midye sote ile kalkılabilecek bir yer Punta Lena. Ortam, servis, manzaraya söylenecek söz yok. Mükemmel. Canneto sonra yüksek beklentiyle gitmenin de neden olduğu minicik bir hayal kırıklığı sadece.
Akdeniz’in bu ucuna gelmemize vesile olan arkadaşlarım dümenlerini Iddu’nun kız kardeşlerinden Panarea’ya çevirdiler. Biz Bottoniler Stromboli’ye doyamadığımızı hissettik. Dibinde uyuduğumuz volkanın bir de üstünde uyumak istedik. Yine Caravaglio tavsiyesiyle la Sirenetta otelde kaldık. Maça Kızı’nın sosyetik olmayan haliydi, La Sirenetta, çok güzeldi. Adadının ilk oteliydi. Bir temmuz gecesi Yanardağın Altında kitabının yazarı Malcom Lowry’nin de tam bu otelde kaldığını öğrenmek oteli daha da çok sevdirdi. Eski balıkçı köyü Ginosta’da gün batımını şarapla karşıladık. Sokak olmayan sokakları, sarmal şeklindeki yollarının kıyısında evlerin damından damına atlayabileceğin bu beyaz evler bir zamansızlık hissi veriyordu. Tarihin, saatin önemini yitirdiği bir büyülü sarmallardı bu küçücük köyün sokakları Adanın “karanlık” yüzünü, bitmek tükenmek patlamalarını izledik tekrar denize açılıp, e. Ertesi gün, Volkan adasına geçmek için motor bileti ile birlikte ofiste çalışan memurun annesinin yaptığı tuzda Stromboli kaparilerinden de alarak bir sonraki adaya geçtik. Birkaç gün daha oyalansak Stromboli’nin kırmızı alarm halini görecek belki de adada mahsur kalacaktık. Açıkçası bu gönüllü mahkumiyeti kaçırmak hayal kırıklığı olduğu.
Gönül Vulcano, Salina, Milazzo üzerinden Roma’ya varan yolculuğu başka yazılarda anlatmak ister ama benim sağım solum belli olmaz, adam sende diyebilirim. Her ihtimale karşı Eolie adalarının hepsinde irili ufaklı bağları olan Caravaglio’nun şaraplarını bulursanız kaçırmayın diye not düşüyorum buraya...
Sağlıcakla…











Çok teşekkürler, gerçekten görülesi yerler. Dilerim gitme fırsatınız olur. Sevgiler
Ne güzel demişsin….